TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
SON DAKİKA
Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

‘İzmir Duvarı’nı anlattı: Hangi taşlarla örülü?

Kitabında ‘İzmirlilik’ kavramının tarihsel ve toplumsal sınırlarını ortaya koyan Özet, “İzmir duvarı, kozmopolitan liman kent geçmişi ve Cumhuriyet modernliğinin kavşak noktasında billurlaşmış İzmirlilik’e ters gelen politik ve kültürel akımlara set çekme arzusunu imgeler” diyor

Haber Giriş Tarihi: 27.08.2022 08:48
Haber Güncellenme Tarihi:
Kaynak: Haber Merkezi
ilksesgazetesi.com
‘İzmir Duvarı’nı anlattı: Hangi taşlarla örülü?

ÇAĞLA GENİŞ-RÖPORTAJ

Sosyolog İrfan Özet’in İletişim Yayınları’ndan çıkan “İzmir Duvarı – Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı” adlı kitabı geçtiğimiz aylarda okuyucuyla buluştu. Kitabında, “İzmirlilik” kavramının tarihsel ve toplumsal sınırlarını irdeleyen Özet, İzmirli kimliği etrafında sekülerlik - modernlik ve muhafazakârlık kutupları arasındaki “kültür savaşı”nı anlatıyor. Özet ile kentin tarihsel hafızası odağında ‘İzmirlilik’ kavramını, sağ iktidarlara karşı duran ‘İzmir Duvarı’nın hangi taşlarla örüldüğünü ve bu duvarın ileride radikal ulusalcılıktan uzaklaşan CHP’ye karşı da örülüp örülmeme olasılığını konuştuk.

-Sizi bu kitabı yazmaya iten şey neydi? Hazırlık sürecinde kimlerle görüşmeler yaptınız, bu isimleri neye göre tercih ettiniz?

Beni bu araştırmaya sevk eden dinamikler, önceki çalışmamda da cevabını aradığım sorulardı. Ana hatlarıyla, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde AKP’nin kesintisiz iktidar deneyimine sahne olan sürecin kitle dünyasındaki yankılarına odaklanmak istedim. Bu yankılar ise, birey ve toplulukların bulundukları konum, mekân ve aidiyet kümelerine göre değişebilen bir muhtevaya sahip. Dolayısıyla AKP siyaseti ve hegemonyasını “karşı mahalleler”e yönelerek anlamak, hayli işlevseldi. Laik ve muhafazakâr mahallenin sembolik mekanları ise, bu anlamda doğru adresler olarak karşıma çıkıyordu. Öncelikle AKP’nin siyasal ve toplumsal düzeyde eriştiği iktidarın “muhafazakar mahalle”deki izdüşümlerini, “Fatih-Başakşehir” adlı çalışmamda resmetmeye çalıştım.

Madalyonun diğer yüzünde yaşananları anlamada ise İzmir, çok önemli bir merkezi oluşturuyordu. Nitekim “İzmir ve AK Parti” eksenli kültür hattı, günümüz Türkiyesi’ne yön veren sembolik bir rekabet alanıdır. Yani güncel ve ana akım kültür savaşı, bu hat etrafında cereyan ediyor. Özellikle siyasal iktidarın hegemonik karakterini güçlendirdiği ikinci on yılından itibaren metropollerin genç, eğitimli, dünyaya açık katmanlarıyla giderek artan doku uyuşmazlığının arka planını anlamada, İzmir’deki kültür-merkezli refleks önemli bir referanstır. Mesela 2017 Referandumu ve 2019 yerel seçimlerinin işaret ettiği siyasal harita, muhafazakâr siyasetin özellikle kozmopolitan metropollerde yaşadığı tıkanıklığı net bir şekilde resmediyordu. İzmir ise, metropollerde dalgalanan bu itiraz dilini, AKP’nin erken evrelerinden itibaren en rafine ve güçlü bir tonla dile getiren merkez halindeydi.

Kuşkusuz mekan-iktidar ve kültür savaşı üçgeninde olan bitenleri resmetmeye çalışmak hayli zor bir işti. Nitekim metropol nüfusu 4 milyona yakın İzmir’deki geniş-kapsamlı sosyal dünyayı, aktörlere yönelerek yansıtmaya çalıştım. Bu konuda en büyük şansım ise, daha araştırmanın ilk aşaması olan 2019 yazında “İzmir Baba” lakaplı rahmetli Sancar Maruflu ile tanışmam oldu. İzmir aşkıyla yanıp tutuşan Maruflu ile ilk görüşmemizi, o dönem tedavi gördüğü Eşrefpaşa Hastanesi’nde gerçekleştirmiştik. Hastanedeki o buluşma, İzmir’in kültürel dünyası ve aktörlerine açılmamda anahtar işlevindeydi. “İzmir Baba”, bahsettiğim ilk andan itibaren çalışmayı, yüksek bir heyecanla karşıladı. Öncelikle kişisel yaşamından yansıyan karelerle, kültür savaşının İzmir cephesindeki tezahürlerini resmediyordu. Aynı zamanda geniş sosyal sermayesini araştırma boyunca seferber ederek, metropolün sivil ve politik dünyasında öne çıkan birçok aktörle buluşmamda rol oynadı.

Bu andan itibaren yöneldiğim aktörler, toplumsal dünyanın birçok cephesindeki örgütlü oluşumların hiyerarşi zincirinde en tepede yer alanlardı. Bu açıdan kontrol ya da temsil ettikleri sosyal dünya ile ilgili anahtar konum ve deneyimlere sahiplerdi. Görüşmecilerim; İzmir’in eski büyükşehir belediye başkanları başta olmak üzere, partilerin il başkanları, il başkan yardımcıları, hemşehri dernekleri federasyon başkanları, örgütlü STK’ların çatı platform başkanları, futbol takımı yöneticileri, dinsel-mezhebi cemaat oluşumlarının çatı platform başkanları gibi kamusal yaşamın ritmini yakalamada anahtar niteliğindeki aktörlerdi. Süreç boyunca, “kültür savaşını sembolize eden belirli bir cereyan ya da hareketi, metropol dünyasında en ileri düzeyde hangi aktörler temsil eder?” sorusundan hareket ediyordum.

-Günümüzde bir farklılık olarak ortaya konulan 'İzmirlilik' kavramını nasıl tarif edersiniz?

İzmirlilik kavramının soykütüğüne yönelirken, öncelikle Akdeniz dünyasındaki liman kent kimliğini anlamak gerekir. Tarihin uzun bir safhasında kozmopolitan bir demografiye sahip bu liman kentler, kuşaklar boyunca etkisini sürdüren habitusuyla dikkat çeker. Aynı zamanda bu tür kentlerin dünyaya açık ticari geçmişleri de dikkate alındığında, sakinlerini massedebilme ve iç bölgelerdeki hakim kültürlere set çekebilme kapasitelerini anlamak zor olmasa gerek. Yani liman kentlerdeki “özgürlük” mutabakatına sloganik bir vurgunun dışında kalarak baktığımızda, kuşaklar boyunca taşınan bu güçlü miras, etkisini daha net gösterir. Tabi kabul etmek gerekir ki, günümüz Akdenizi’nin tarihi liman kentleri, geçmişteki muazzam ekonomisi ve kozmopolitan nüfusundan önemli ölçüde yoksun durumdadır. Ancak bu geçmişin izlerini taşıyan özgürlükçü damar, dip-dalga halinde İzmir gibi belirli kentlerdeki aktüel yaşama yön verebilmektedir.

Bu anlamda liman kentler için “özgürlük” söylemi, bir toplumsal davranış çerçevesi çizerek, linguistik sınırların ötesine uzanır. Merhum sosyolog Şerif Mardin’e göre, toplumsal dünyanın işleyişini anlamada bu tür kök paradigmalar, etkili bir başvuru kaynağıdır. Mesela “özgürlük” söylemi ve kavramı, “kentsel bir mutabakat alanı” olarak İzmir’deki yaşamı halen biçimlendirmektedir. Kuşkusuz kentin yaşamına dip-dalga halinde yön veren bu kök paradigmaya, Cumhuriyet sonrası süreçle yeni dinamikler ekleniyordu.

Bu tür kök paradigmalar, bir motivasyon kaynağı olarak İzmir’de ulusal siyasete dönük ilgi ve reaksiyonların çerçevesini çiziyor. Kent bu anlamda, Türk modernliğinin erken evrelerinden itibaren lokal dokusuna ters gelen politikalara karşı, muhalif reflekse başvurmaktan çekinmez. Mesela 1929 ekonomik buhranının da etkisiyle erken Cumhuriyet’in içe kapanmacı ve otoriter tarz-ı siyaseti netleştikçe, İzmir’in “muhalif” yörüngeye çekilmesi hız kazanıyordu. Nitekim kozmopolitanizmin güçlü mirası, kent ve çeşitli iktidar modelleri arasında gelişen çatışmacı ilişkilere yön veriyordu. Ekonomi-politik maslahatlara dayanarak temayüz eden kentsel rasyonalite, özellikle erken Cumhuriyet döneminde SCF, çok partili dönemlerde ise DP gibi hareketlere dönük yoğun ilgiyle varlığını ortaya koyuyordu. Bu anlamda çok partili yaşam sahnesinde merkez-sağın radikal içeriklerden yoksun revizyonist siyaseti, İzmir sathında yakaladığı büyük teveccühü derinleştiriyordu. Benzer motivasyonlar, 2000’lerden bu yana Türkiye siyasetinin hegemonik bir aktörü olarak AK Parti ile yaşadığı “doku uyuşmazlığı”nda da kendisini gösteriyordu. Dolayısıyla aktüel İzmirlilik, kozmopolitan liman kent geçmişi ve Cumhuriyet modernliğinin kavşak noktasında billurlaşmış bir rafine kimlik olarak varlığını sürdürmekte.

-İzmir duvarı, hangi taşlarla örülü? Bu duvar, önünde neyi tutuyor ve koruyor, ardından neyi geçirmiyor?

Literatürde de yer aldığı gibi, Türkiye’nin üçüncü büyük şehri ve laik muhalefetin merkezi İzmir’i gezmek, AKP’nin siyasi şemsiyesinin dışında kalan "öteki Türkiye’yi" gözlemlemek için büyük bir fırsat. Dolayısıyla bugün 4 milyonu aşkın toplam nüfusuyla İzmir, sembolik düzeyde “öteki Türkiye'nin başkenti” olarak değerlendiriliyor. Kent bu anlamda, son dönem Türkiyesi’nde muhalif kamuoyunun nabzının attığı merkezlerin başında gelir. Nitekim 1960’lardan itibaren Almanya’da iki farklı toplumsal dünyayı fiziksel olarak ayıran “Berlin Duvarı”, 21. yüzyıl Türkiyesi’nde bu kez sembolik bir hat üzerinden olarak karşımıza çıkıyordu. “İzmir Duvarı”ydı bizdeki tercümesi ve temsili… Buradaki sembolik sınır ise, AKP’nin kesintisiz iktidarına eşlik eden yeni hegemonyanın dışında kalan coğrafi ve toplumsal kuşağı resmeder. Ortaya koyduğu politik ve kültürel kimlikle İzmir, muhafazakâr siyasetin erişemediği kentli-seküler kuşakların mekânsal ifade alanı halindeydi.

Kentin tarihsel hafızasını dikkate aldığımızda, öne çıkan muhalif kimliği tesadüf değildi. “İzmir Duvarı”, kozmopolitan liman kent geçmişi ve Cumhuriyet modernliğinin kavşak noktasında billurlaşmış İzmirlilik’e ters gelen politik ve kültürel akımlara set çekme arzusunu imgeler.

-İzmir AKP’ye AKP’liler İzmir’e nasıl yaklaşıyor, kimlik çatışmalarının niteliği nedir?

Öncelikle İzmir’in AKP’ye bakışını büsbütün sabit bir tarihsel hat üzerinden değerlendiremeyiz. Merkez-sağın denklem dışı kaldığı ve AKP’nin iktidarıyla start alan 21. yüzyılın ilk yıllarını İzmir, deyim yerindeyse yeni parti ve aktörleri “izlemeye alarak” geçiriyordu. Yakaladığı trendle AK Parti, merkez-sağdan boşalan ve muhafazakar değerlerle de barışık tabakalarda rıza üretme kapasitesini her geçen gün arttırıyordu. Ancak merkez-sağın “seküler” kanadının baskın olduğu İzmir’e geldiğimizde ise, bu akışkanlığın hızı düşüyordu. Nitekim kentin önüne çıkan tabloda, siyasal İslam geçmişli kadroların “muhafazakâr demokrasi”ye doğru yörünge değişimi yer alıyordu. Kent kamuoyu, bu hayli iddialı dönüşüm periyodunun başlangıç evresinde “net” ve “keskin” bir tutum sergilemekten uzak kaldı. Genel siyasetteki kültür-merkezli tansiyonun henüz yükselmediği bu dönemde gerçekleşen yerel seçimlerde AK Parti ve CHP, İzmir’de 59 gibi eşit sayıda meclis üyesi çıkarmıştı.

Ancak ilerleyen yıllarda AKP’ye yönelik destek, ana hatlarıyla %30’lar düzeyinde kalmasına karşın; CHP, %50 bandına erişerek kentsel siyasetin hegemonik gücü haline geliyordu. Bu dönüşüm, özellikle “kulturkampf” kavşağında merkez-sağ kökenli seçmenlerdeki hareketlilikten kaynaklandı. Sözkonusu kitlenin istikrarlı adresi halindeki DYP ve ANAP’ın siyasal ömrünü tamamladığı kanaati, giderek ivme kazandı. Gelişen süreç, 1950’lerden itibaren kentsel ve ulusal siyaseti rutin olarak konsolide eden merkez-sağın buharlaşma periyoduna girdiğini resmediyordu. Yaşanan boşlukla birlikte, geniş kitlelerin politik arayışları da hız kazandı.

Nitekim merkez-sağ seçmenin yerleşeceği yeni adresler, kentsel ve ulusal politik sarkacın değişiminde bütünüyle belirleyiciydi. Merkez-sağın kentli ve seküler değerlere açık tabakalarının yoğunlaştığı İzmir’de ise bu politik göç, CHP siyaseti etrafında kümeleniyordu. Özellikle Cumhuriyet establishmentinin (kurulu düzen) değişim ihtimalinin netlik kazanmasıyla, kentin bu kuşaklarının refleksleri daha da netleşiyordu. Bu açıdan CHP siyasetine dönük ilgide, merkez-sağdan boşalan seçmenin politik ve kültürel öncelikleri belirleyici rol oynuyordu.

AKP kanadının İzmir’e bakışında ise, anlamlı bir çatallanma sözkonusuydu. Yani bu katmandakilerdekin tutumları, aktörlerin içinde yer aldığı kurum ve oluşumlara göre değişebiliyordu. Örneğin TÜRGEV, TÜĞVA, ENSAR gibi son dönem muhafazakâr iktidarla hayli bütünleşmiş sivil oluşumların toplandığı “İzmir Sivil Toplum Kuruluşları Platformu”… Sözkonusu platforma başkanlık eden aktör, İzmir’deki kamusal yaşamı değerlendirirken, tam da bu tür sivil oluşumların laik-dindar ilişkilerine yükledikleri rutin imgelerden hareket ediyordu.

Öte yandan AKP’nin İzmir’de il başkan yardımcılığı ya da belediye meclisi başkanlığını yapan aktörlere, “dinin kamusal alandan dışlandığı” iddialarını yönelttiğimde, bambaşka bir İzmir manzarası ortaya çıkıyordu. Daha somut bir ifadeyle, tolerans eşiği nispeten yüksek bir İzmir portresiyle… Şüphesiz partinin yereldeki tepe mevkiinde yer alan bu aktörler, kitle siyasetinin normatif doğasına uygun olarak, hakim toplumsal dinamiklerle barışık bir tablo çizmeye özen gösteriyordu. Kültür savaşıyla ilgili eleştirileri ise, özellikle ulusalcılığın zirve zamanlarında ve AK Parti’nin henüz muktedir bir hüviyet kazanmadığı 2010 öncesi döneme yönelikti.

-CHP'de radikal ulusalcılıktan uzaklaşan bir değişim olduğu açık. Bunun yanı sıra 'helalleşme' gibi süreçlerle demokrasi başlığı altındaki vaatleri bir araya getirdiğinizde olası CHP iktidarında İzmir'in daha ulusalcı bir düzleme geçişi ihtimal mi? Yani bu duvar ileride CHP'ye karşı da örülebilir mi?

“İzmir Duvarı” kitabımda, CHP kadrolarındaki dönüşümleri anlamak için okuyucuların dikkatini, iktidar bloğunun son dönemler kriminalleştirmek için yoğun çaba harcadığı “10 Aralık Hareketi”ne çektim. Sözkonusu hareket, güncel CHP siyaseti ve laik-seküler kamudaki demokratik mobilizasyonu anlamada önemli bir kavşaktır. Hareketin çıkışı, AKP’nin erken dönemlerindeki reformist ve kalkınmacı siyasetine karşılık, Baykal CHP’sinin yöneldiği tepkisel ve nostaljik ulusalcı hattın ötesine uzanma arayışıydı. Bu doğrultuda eski başkanlardan Erdal İnönü ve Altan Öymen öncülüğünde, ana hatlarıyla “sosyal demokrat” ve “AB ile entegrasyon yanlısı” bir siyasal vizyonun sol-kanat siyasetteki varoluşsal zorunluluğu dile getiriliyordu.

Bugüne geldiğimizde, hareketin CHP’li kurmaylarının söylem ve politikalarında hayli anlamlı bir karşılığı olduğunu görüyoruz. Kılıçdaroğlu’nun “Helalleşme” ya da “En büyük muhafazakâr bizdik. Yıllar yılı değişmemek için direndik” ifadeleri, CHP siyasetindeki dönüşümlerin altını net bir şekilde çiziyordu. Nihayetinde CHP elitleri ve laik mahallenin kolektif hafızası, özellikle Cumhuriyet Mitingleri sonrası bloklaşan siyasetin ürettiği politik ve toplumsal maliyetlerle yüklü… Ulusalcılığın özellikle kamuda başörtüsünden, Kürt meselesine ve Avrupa Birliği üyeliği kapsamındaki reformları Türkiye’nin bölünmesiyle irtibatlandırdığı “endişe” ve “teyakkuz” siyaseti, uzun yıllar siyasal denklemleri belirleyici nitelikteydi. Öyle ki, bu atmosferde kendi etrafında bloklaştırdığı geniş kesimlerle AKP, kesintisiz iktidar imkanına kavuşuyordu.

Ancak AKP seçkinlerinin kesintisiz siyasal zaferleri, “hegemonik arzular” ve “keyfilik” belirtileri içeren programlar etrafında okumaları, muhalif kanatta yepyeni dinamikleri devreye sokuyordu. Nitekim toplumsal yaşamın “diyalektik mantığı”, bu kez rutin siyaset tekniklerinin baş edemeyeceği ölçüde “yeni”, “amorf” ve “dinamik” muhalif sosyal hareketlerle devreye giriyordu. Özellikle de kozmopolitan metropollerin kalbinde...

2010 sonrası konjonktürde metropollerin seküler tabakalarında gelişen kolektif hoşnutsuzluğun yansıma imkanı bulduğu en büyük dalga ise, Gezi Protestoları’yla ortaya çıkmıştır. Protestolar, siyasal iktidarın mekânsal politikalarına bir tepki olarak başladı. Ancak kitleselleştikçe, kentsel sorunların ötesinde bir “kuşak bilinci” ve “zihinsel dönüşüme” kapı aralıyordu.

Gezi Protestoları sonrasında laik mahalledeki muhalefet referanslarının “hukuk”, “demokrasi”, “AB ile bütünleşme” gibi radikal demokratik taleplere doğru değişen boyutları, İzmir metropolünde de yankılanmakta. Dolayısıyla ulusalcılığın yakın dönemlerde laik mahalledeki hegemonik statüsü, hem CHP siyaseti, hem de İzmir ekseninde hayli gerilemekte. Aynı zamanda bu dönüşümler, parti kurmaylarıyla sınırlı bir çerçevenin ötesine uzanıyor. Yani bu, laik mahallenin de anlamlı bir ölçüde parçası olduğu bir dönüşüm.. Nihayetinde ulusalcılığın “beka”, “endişe” ve “teyakkuzla” dolup taşan siyasetini bugün halen sol kanat siyasette temsil eden partiler mevcut. Ancak güncel anket verilerine baktığımızda dahi, İzmir başta olmak üzere, laik-seküler hanelerde rıza üretebilme kapasiteleri son derece sınırlı. Dolayısıyla ilerleyen dönemlerde İzmir’in siyasal tercihleriyle ilgili makas değişimini, ben ulusalcılıktan ziyade, merkez-sağ kulvarda olası görüyorum. Daha da somutlaştırırsam, AKP’nin uzun yıllar tekelleştirdiği ve konsolide ettiği sağ-kanat siyasette, merkez-sağa özgü hareketlerin önü açıldığında, bu kapsamdaki değişimleri daha olası görüyorum. Sağ-siyasal arenada Cumhuriyet modernliği ve kentli-seküler değerlerle barışık hareketlerin ulusal siyasetteki ağırlığı arttığı ölçüde, İzmir’de de yankılarını duyacağımız içten bile değil kanımca...

-Öteki Türkiye'nin başkenti, laik mahalle ya da İzmir duvarı... Tüm bu tasvirlere konu bütünleşik politik duruş sizce muhalefet cephesinde hangi ismin Cumhurbaşkanı adayı olmasına daha yakın durur?

Bugün itibariyle İzmir’in de dahil olduğu muhalif-seküler kanatta öncelikli konsantrasyon, genel siyasetteki değişim ve dönüşümler. Bu arzunun gerçekleşmesinde en kritik kavşağı ise, Cumhurbaşkanlığı seçimleri oluşturuyor. Nitekim 2017 Referandumu’ndan itibaren Cumhurbaşkanlığı makamı, kaybeden muhalif tabakalar için siyaseti neredeyse sıfır toplamlı bir oyuna dönüştürdü. Dolayısıyla kitle dünyasında, adayın ismi ve sembolik kimliğinden öte, “kazanma potansiyeli” etkili bir referans olarak halen öne çıkmakta.

Öte yandan şu ana kadar öne çıkan Kemal Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Meral Akşener ve İlhan Kesici gibi isimlerin olası adaylığında, hiçbirine kategorik bir reddiyenin gelişeceğini sanmıyorum. Ancak bu konuda muhalif blok içindeki tartışmalar, daha çok elitler ya da örgütlü oluşumlar etrafında gelişmekte. Nihayetinde Altılı Masa olarak adlandırılan muhalif blok, Türk siyasetinin birçok farklı damarını bünyesinde barındırmakta. Özellikle Ekrem İmamoğlu’nun adaylık potansiyelinin gerilemesi, muhalif bloğun kendi iç hinterlandında adaylık rekabetini hızlandırmışa benziyor. İdeolojik bir siyasal profil çizmekten kaçınan İmamoğlu, yakın zamanlara dek kitlelerde 12 Eylül’ün kaotik ortamından yumuşak bir geçişi temsil eden “Dört Eğilim ANAP’ı” havasını estiriyordu. Ancak popülist açılımları, peyderpey muhalif kamuoyunun “tahammül eşiğini” aşacak düzeye varmıştı. Nihayetinde bu “açılımlar”, muhalif kamuoyu nezdinde iktidarın “ceberrut politikaları”yla bütünleşmiş aktörlere uzandığı an, İmamoğlu’nun adaylık potansiyelinin geriletiyordu.

Bu andan itibaren perde arkası (kültürel) rekabet, özellikle Kemal Kılıçdaroğlu ve Mansur Yavaş isimleri etrafında yoğunlaştı. İktidar karşıtlığında birleşen Türk siyasetinin sağ ve sol ideolojik çevreleri, muhtemel “Post-AKP dönemi” restorasyonunda belirleyici olma arzusunu mütemadiyen dışa vurmakta. Nitekim Meral Akşener, sürecin en başından itibaren “Başbakan olacağım” ifadeleriyle, bu kültürel arzunun altını çiziyordu. Yakın siyaset arkadaşları, Cumhurbaşkanlığıyla ilgili olarak sahada en çok Mansur Yavaş ismini duyduklarını telakki ediyor. CHP kurmayları ise, tartışmasız bir şekilde Kılıçdaroğlu isminde birleşiyor.

Ancak dediğim gibi İzmir ve laik mahalle, aday profili olarak öne çıkan Kılıçdaroğlu ya da Yavaş fark etmeksizin yüksek bir destek sunarak, AKP’nin çeyrek asra yaklaşmış iktidar hegemonyasını sonlandırmak isteyecektir.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.